Aklımın Akışı – Sayı 11 – Rastgele Akışın Denk Getirdiği

Aklımın Akışı
Herkese merhaba.

Ben İbrahim Babadağı. Borsanın İzinden‘in kurucusu.

Sizlere her hafta düzenli olarak göndermeyi planladığım “Aklımın Akışı” bülteninin onbirinci sayısını okuyorsunuz. Umarım bu bültenle hafta sonunuza keyifli bir kaç dakika ekleyebilirim. İyi okumalar dilerim.

Bir Öneri: Bildiğiniz gibi, her hafta bültene bir de Müzik bölümü ekliyorum, eğer daha keyifli bir okuma olsun isterseniz, önce Müzik bölümünü okuyup, önerdiğim şarkıları arka planda açarak bülteni okuyabilirsiniz.

Anlatacaklarım

Rastgele Akışın Getirdiği Rastgele İnsanlar

İmkanım olsa Liselere mutlaka “kişisel çevre tasarlama” diye bir ders koyardım, bu dersi iyi içeriklerle ve iyi öğretmenlerle beslerdim ve öğrencilere hayatlarının geri kalan kısmında çevrelerini ne kadar iyi tasarlarlarsa, o kadar verimli, mutlu ve katma değerli bir hayat süreceklerini anlatmaya çalışırdım.

Kişisel çevre tasarlama öyle basite alınabilecek bir şey değil.

Hayatın kontrolsüz akışı gereği hayatımıza giren çıkan neredeyse kimseyi ölçüp, biçip, tartmıyoruz. Hayatımızı kötü yönde etkileyen bir kişiyi bile hayatımızdan çıkarabilmemiz, artık “bu kadar da değil” denilen seviyeye gelince belki oluyor.

Hatta o seviyede bile olmuyor. Böyle olunca, hayatın rastgele akışının bizi denk getirdiği rastgele insanlarla bir hayat sürüyoruz. 

Okul hayatımızdaki çemberimiz, iş hayatımızdaki çemberimiz, sosyal yaşantımızdaki çemberimiz hep rastgele. O an kim denk gelmişse onunla tanışıp, sonra onunla ilerliyoruz. Seçici değiliz, olmaya da fırsatımız yok.

Hal böyleyken, hayatımızda bize ilham veren, bizi geliştiren, bizi mutlu eden insanların sayısı tamamen şansa bağlı kalmış oluyor. Çünkü meyveleri biz seçmiyoruz, “seçmece yok” deyip pazarcı dolduruyor torbaya. Araya da bir türlü satamadığı veya satamayacağı çürükleri de karıştırıyor, bir şey diyemiyorsun.

Bu konu yaş aldıkça daha da önem kazanan hayati bir konu. Gereken önemi vermeye ne kadar erken başlarsak o kadar iyi.

Bu konu neden önemli? Çok basit bir şekilde, yukarıdaki görselde anlatılmış. Kiminle zaman geçirirsek bir şekilde ondan etkileniyoruz. Psikolojimiz, beynimiz, alışkanlıklarımız, motivasyonumuz etkileniyor. O yüzden, bize katma değeri olmayan, bizi bir adım ileri götürmeyen, bizi geliştirmeyen herkesle kopmak gerekiyor.

Bu çok acımasız bir bakış açısı gibi gelebilir ancak sınırlarını çizince çok da acımasız olmuyor. Mesela, yukarıda bahsettiğim “katma değer” kısmı illa ki bilgi, yetkinlik, veri olarak algılanmamalı. Entelektüel yaşamında zayıf, genel kültürü başlangıç seviyesinde, katma değeri sıfır olan biri eğer sana başka bir özelliğiyle MUTLULUK veriyorsa, bu da senin için aslında bir katma değerdir. Onunla konuşmak seni mutlu ediyorsa, bu da bir veridir.

Yani, “kişisel çevre tasarlama” mevzusu çok radikal bir mevzu değil, sadece size gerçekten dert veren, mutsuzluk veren, boş zaman geçirten insanlardan sıyrılıp, kendi rafine çemberinizi kurmakla alakalı.

Günümüzde bunun en büyük golünü sosyal medyada yiyoruz. Hayatta takip edemeyeceğimiz, görüşemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz kadar kişiyi tek bir tıkla takip eder hale geldik. Binlerce kişinin düşünceleri, fikirleri önümüze düşüyor. Kimisi zehir saçıyor, kimisi sürekli olumsuz, kimisinin ağzından hayırlı bir iş çıkmıyor, kimisi tembelliğinizi besliyor, kimisi vicdanınızı (rahatlamaması gereken şartlarda bile) rahatlatıyor.

Bunları takip etmeyi bırakıp, bir şeyler üreten, güzel şeyler paylaşan, katma değer yaratan, hayatı, en azından kendi payına düşeni, değiştirmeye çalışan insanları takip etmemiz gerekiyor. Zaten onları takip edince, ister istemez kendinizi “geride kalmış” hissediyorsunuz. Kilit nokta burada. Bu “geride kalmışlık” hissi sizin ilerlemenizin, adım atmanızın benzini oluyor.

“Bu adam/kadın bunları nasıl yapıyor, bunları nasıl üretiyor, bunlara nasıl zaman buluyor, hayatını nasıl değiştirebiliyor” deyip siz de ilerlemek istiyorsunuz.Özetle, kişisel çevrenizi sizi “geride kalmış hissettirecek” kişilerle tasarlayın çünkü,

Bu hayatta sabah zorla uyanıp, bir iki kahvaltı edip, servise binip, işe gidip, orada zorunlu selamlaşmalar ve zorunlu sohbetlerle mesai doldurup, eve dönüp, yorgunlukla koltuğa uzanan ve orada sızıp gidenlerden daha fazlası olmalıyız.

Çağların Yaşları

Rönesans, reform, sanayi devrimi, silah teknolojisinin ilerlemesi, ulus devlet sınırları, küreselleşme, bilişim-internet devrimi derken, tarihin muhtemelen en sorunsuz, en sıkıntısız, en sakin döneminde yaşıyoruz 20. ve 21. yüzyıl insanları olarak.

Okuduğum her tarih kitabında ve makalesinde o günleri bu günlerle karşılaştırırken bunu az çok düşünüp şaşırıyordum, tam o sırada karşıma yukarıdaki gibi bir görsel çıktı, mevzuyu iyi özetlemiş.

Ülkelerdeki karışıklıklar, emperyal düzenin sonlanması, imparatorlukların yıkılışı, bağımsızlık mücadeleleri, laikliğin ve insan haklarının bir mücadele konusu olması, din hegemonyasının yavaştan silinmesi bu dönemlerde yaşayan insanların çok erken olgunlaşmasına ve çok erken mücadeleye girişmesine neden olmuş. 

Bunun sonucu olarak Nathan Hale 21 yaşında devrim sırasında ölmüş, Aaron Burr çok erken yaşta en yakın rakibiyle DÜELLO (!) yapar duruma gelmiş, Mustafa Kemal Atatürk genç yaşında cepheden cepheye gitmiş, savaşlara katılmış, sonra bir ülke kurmuş vesaire.

Tabi ki, her insan kendi çağının koşullarında değerlendirilmeli, sonuçta öyle şartlar altında yaşamıyoruz. Dünya ve ülkeler belli bir düzene girdi, savaşlar eskisi kadar kolay çıkmıyor, ticaret gelişti, refah arttı, ölümler azaldı, hayat süreleri yükseldi. Teknoloji gelişti, savaşmaktan daha anlamlı başka şeyler ortaya çıktı.

Ancak yine de, günümüzün insanları da bu rahatlığı “fazlasıyla boşa” harcamıyor mu sizce de?

Bunu bir düşünelim, ileriki bültenlerde detaylara gireriz belki, kim bilir.

Okuduklarım

Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar

Şu ana kadar bir çok kitabı geç okudum, geç keşfettim, hep erteledim. Ancak “geç okudukların arasında, bu gecikmişlik için en çok pişman olduğun kitap hangisiydi?” diye sorarsanız, kesinlikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü derim.

Bu kitap açıkçası, içine girmesi zor bir kitap, ilk başlardaki hikaye kurgusu siz alışana kadar sizi yoruyor, ancak, hikayedeki tüm taşlar yerine oturduğunda ise su gibi akıp gidiyor.

Biliyorum okuyanınız çoktur ancak okuduğunuzun üzerinden uzun bir süre geçtiyse, tekrar okumaya değer değil mi sizce de? Eğer okumadıysanız ise, bence hemen alıp başlayın ve bir şans verin.

Türk Edebiyatının en başarılı, en kaydadeğer, en güzel romanlarından biri.

Aşağıda kitaptan not aldığım bazı alıntıları bulabilirsiniz.

-“Hayatımızın bir devrinden sonra başımıza gelen şeylere o kadar hazırlanmış oluyoruz ki, kederimizi kendi içimizde taşır gibi yaşıyoruz.”

-“Doktor eğlenmesini biliyor, dedi. O sizin gibi değil! Siz her girdiğiniz yerde, evvelâ nelerden iğrenebilirim, nelerden azap çekebilirim, diye etrafınıza bakıyor, ondan sonra da hep burnunuzun altına bir tutam ısırgan otu asmışlar gibi silkine silkine dolaşıyorsunuz…”

-“Hayat yürüyor, Hayri Bey… Siz kelimelerle zehirlenin durun, hayat her gün yeni bir şey keşfediyor.”

-“Adı olan her şey mevcuttur Hayri Bey! dedi. Binaenaleyh Ahmet Zamanî Efendi vardır. Biraz da ikimiz böyle istediğimiz için vardır.”

-“İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz. Bütün telâkkileri, hususî bağlanışları hep bu aklın varlığını yalanlar.” 

-“Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlununun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.”

Dinlediklerim

Demir Demirkan

Bir önceki bültende Pentagram’ı anlatırken grup hakkında “müzisyen fabrikası” demiştim, hatırlarsınız. İşte bu fabrikanın en iyi üretimlerinden biri olan Demir Demirkan’dan bahsedeceğim bugün size biraz.

Muhtemelen çoğunuz tanıyordur kendisini, ancak ben de kendi bakış açımdan kendisinden bahsedip, sevdiğim şarkılarını sizlerle paylaşacağım.

‘72 Adana doğumlu Demir Demirkan, Pentagram’a 1990 yılında katıldı. Daha önce hep müzikle uğraşıyordu ancak bir müzik grubu altındaki ilk tecrübesi Pentagram ile oldu. 1997’ye kadar Pentagram’da çaldı ve grubun Trail Blazer, Anatolia gibi efsane iki albümüne katkıda bulundu.

Şebnem Ferah ve Sertab Erener gibi önemli sanatçıların yapımcılığını da üstlenen Demir Demirkan, 1999’da Solo Müzik kariyerine başladı ve ilk albümünü kendi ismiyle, Demir Demirkan ismiyle yayınladı.

Sonrasında yayınladıklarıyla birlikte 5 solo albümü var.Şimdi size Demir Demirkan’ın en sevdiğim parçasını paylaşayım. Belki onu biraz daha yakından dinler ve birkaç albümünü dinlemek istersiniz.

Zaferlerim – Demir Demirkan

Bir Alıntı

“Aşk ile yola çıkan sırtında dünyayı taşır, aşksız yola çıkan beden diye bir ceset taşır” – Tapduk Emre

Borsanın İzinden Tarafındaki Gelişmeler

Trading mesleği aslında meslekten ziyade bir girişimcilik gibidir. Paranızı biriktirir, iyi olduğunu düşündüğünüz bir sokakta dükkan açarsınız. Müşteri gelir, işleri geliştirir, işe yatırım yapar, işi büyütmeye çalışırsınız. Bu haliyle diğer mesleklerden farklıdır. Bir doktorluk, bir avukatlık, bir mühendislik mesleğinde kalabalığa karışabilir, ekstra bir çaba sarf etmeden emekliliğe kadar (nispeten sorunsuz) çalışabilirsiniz. Trading işi öyle değildir.Bu konuyu yazdım, bence çok önemli bir konu, lütfen okuyun:

Trading Neden Diğer Meslekler Gibi Değil?
Bülten bitti. Sonraki hafta görüşmek üzere.
Print Friendly, PDF & Email
Yazılarımı Aşağıdaki Butonları Kullanarak Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz:

Yazar: Borsanın İzinden

Diğer Yazıları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir